Prof. Dr. Turan Karataş’ın Yeni Yazısı
Yayınlanma:
Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Turan Karataş’ın "Gerçeklerin Dili"
Kitabı sevmeyen, daha doğrusu kitap okumayı sevmeyen bir toplum olduğumuz çokça söylenir oldu. Eskiden de böyle miydik, bilemiyorum. Bu nahoş gidişatta, içinde bulunduğumuz çağın, çağa has iletişim araçlarının dahli oldukça fazla olmalı. Radyo, televizyon, gazeteler şimdilerde bilhassa internet, insanlara kitap okuma alışkanlığı kazandıracak yerde, tam tersine kitap okumayı köstekleyen bir yayın politikası izliyorlar. Televizyon kanallarının birçoğu, insanların zihinlerini değil de, belden aşağılarını tahrik ettikleri sürece, el üstünde tutulacakları kanısındalar. Belki de haklılar. Biz “arlanmadan” bu akıl almaz çağdışı kepazeliklere hem de çağdaşlık adına kucak açıyorsak, bu suç onlardan çok izleyenlerindir.
Niçin kitaplar üzerinde bu kadar ısrar ediyorum? Çünkü, en iyi dostlukları, çoğu kez kitaplarla kurarız da ondan... Hatta kimi zaman âşık oluruz, sevda çekeriz kitaplara... Şu içinde yaşadığımız amansız zaman içinde, kitapları usulcacık yakalayıp bağrımıza basmaktan; yüreğimize, beynimize sindirmekten; nefeslerini nefesimize katmaktan daha güzel, daha doğru ne olabilir ki? Kitaplarla birlikte yaşamamız, iç içe olmamız, yan-yana durmamız, bizim için sevinç ve mutluluk kaynağı olamaz mı? Bu ‘nazenin güzeller’, insanoğlunun bu sevgisine, hoşgörüsüne layık değil midir?
Belki de bu satırların mülhimesi olan, beni düşündüren, duygulandıran bir yazıyı anmadan geçemeyeceğim. Yaşar Akgülʹün Dergâh mecmuasında (Sayı:17, Temmuz 1991) “Kitaplar ve İnsanlar” başlıklı bir yazısı yayımlanmıştı. Kaç kez okudum, hatırlamıyorum. Birçok paragrafını, derslerde öğrencilere dikte ettirdim. Güzel bir yazıydı; hem içeriği, hem de edebî değeri bakımından. Andığım yazıda, Akgül şöyle diyordu: “Şu her gün yiyip içip, eğlenip yatan; bıkmadan, usanmadan, yıllarca aynı hayatı yaşayan; aşksız heyecansız, acısız, ıstırapsız; kalemsiz, kâğıtsız, mürekkepsiz, kitapsız insanların saatlerce süren geçici ve içeriksiz konuşmalarına, soğuk mu soğuk sözlerine, kan sıcaklığındaki kitapları tercih edecektim. Kitaplar beni çağırıyorken, kitaplar böyle dururken, kitaplar beni bekliyorken insanlara niye gidiyorum. İnsanlara niye kaçıyorum, onlardan kaçmalıyken, onları görmemek, onlara görünmemek varken...”
Klasik kıymeti olan kitaplar, aradan uzun yıllar geçse de değerinden bir şey kaybetmeden “her dem taze” kalabilirler, ancak, çoğu zaman “nisyan-ı beşer”in acımasızlığından kurtulamayan bu talihsiz güzeller, kütüphane raflarında bir iltifat bakışının özlemini çekerler.
Bu yazı, unutulmuşluğun karanlık uçurumunda gözlerden ve gönüllerden ırak kalan bir farklı eserimizden söz açmak amacıyla kaleme alındı, Direktör Ali Bey’in Lehçetü’l-Hakayık isimli mizah ve hiciv türündeki kitabından.
Tanzimat dönemi tiyatrosuna ve mizahına emeği geçen önemli şahsiyetlerden biridir Âli Bey. Bugün yeni nesil tarafından yeterince tanındığını sanmıyorum. 1844 yılında İstanbul’da doğmuş, 1899 yılında aynı şehrimizde ölmüş. 55 yıllık hayatı boyunca çeşitli devlet memurluğunun yanında, Trabzon valiliği ve Genel Borçlar Müdürlüğü gibi önemli görevlerde de bulunmuş. Son görevinden dolayı ‘direktör’ namıyla meşhur olur. Zaten edebiyat âleminde de daha çok bu adıyla tanınır. Türkçe basılan ilk mizah gazetesi kabul edilen Diyojen’in belli başlı yazarları arasındadır Âli Bey. Devlet memuru olduğu için, birçok yazısını da imzasız neşretmiştir.
Burada, bir öykücüğü de nakledelim; Diyojen’in başlığının hemen altında, ünlü Yunan düşünürü Sinoplu Diyojen’in resmi ve onun meşhur; “Gölge etme, başka ihsan istemem” sözü
yer alıyordu. Hemen her dile “Güneşime mani olma!” şeklinde çevrilen bu sözün yukarıda zikrettiğim biçimiyle dilimize kazandırılması, Âli Bey sayesindedir.
Diyojen kapatıldıktan sonra Çıngıraklı Tatar ve Hayal isimli mizah gazetelerinde yazan Âli Bey, daha çok toplumun çarpık yönlerini, ahlak bozukluklarını gündeme getirdiği mizahî yazılarıyla; Moliereʹin Shapenʹin Dolapları adlı oyunundan uyarladığı Ayyar Hamza adlı tiyatro eseriyle; diğer telif tiyatroları (Kokana Yatıyor 1870, Misafır-i İstiskal 1870, Geveze Berber 1872) ve Letafet isimli opereti ile zamanında haklı bir ün kazanmış.
Lehçetü’l-Hakayık, Âli Bey’in kanaatimizce en önemli eseri. Bir sözlük şeklinde düzenlenmiş, yaklaşık 20 sayfa tutarında küçük bir kitap. Eser, önce yukarıda sözünü ettiğimiz gazetelerde parça parça neşredilmiş, sonra da iki kez İstanbul’da, bir kez de Mısır’da olmak üzere eski alfabemizle üç defa basılmıştır.
Adı bugünkü Türkçede “Gerçekler Sözlüğü” anlamına gelen bu küçük eser, daha sonraki yıllarda Necmettin Hacıeminoğlu ve Şemsettin Kutlu tarafından (dili sadeleştirilerek) hazırlanıp iki defa yayımlanmıştır.
Lehçetü’l-Hakayık, elbette bizim bildiğimiz ve anladığımız manada bir sözlük değil. Kitabın ana hedefi, mizah ve yergidir. Kitapta, alfabetik sıraya konan 350 kadar kelime; insanın, çağın, toplumun göze batan davranışlarını, yönlerini, aksaklıklarını hicvederek iğneleyici karşılıklarla açıklanır. Bu karşılıklar, genel sözlüklerde karşımıza çıkan açıklamalar değil, zamanının çağrışımlarıyla güçlendirilen zarif bir mizahı önümüze sürer; tebessüm ettirir, düşündürür. Böylece, eser, Türkçenin ilk mizahî sözlüğü vasfını da taşır.
Kitabın adı her ne kadar “gerçekler sözlüğü” ise de, burada kastedilen ‘gerçek’, toplumun bir kesiminin doğrularıdır. Yani yazar, kelimeleri, belli bir dünyadaki anlamlarıyla açıklamaya çalışır. Ve bu açıklamaların, izahların hemen hepsinde ince bir mizah; kimi zaman apaçık, yer yer de gizlice kendini hissettirir.
Türk edebiyatında türünün ilk ve belki de tek örneği olan bu eser, Fransızların “satir” dedikleri “alaylı hiciv” türünde kaleme alınmıştır. Yergi de denilen “satir” ince zeka oyunları ile kelimenin çeşitli kullanış ve anlam farklılıklarından, eşyanın tabiatındaki özelliklerinden ve olayların arka planında görülen vasıflarından yararlanmak suretiyle hedefine ulaşan alaylı, küçük fakat sert fiskelerdir.
Bu sebeple, Lehçetü’l-Hakayık’tan sonra, onu taklit eder mahiyette bir takım cılız örnekler görülmüşse de fazla başarılı olamamışlardır.
Âli Bey’in eseri, hemen doğrudan yazarın içinde yaşadığı devri, cemiyeti ve insanları iğnelemektedir. Yani aktüalitesi olan bir eserdir. Onun için, kitabın bütünüyle zevkine varabilmek ve yazarın nüktelerini iyice anlayabilmek için, o günkü toplumun yaşam tarzını, zevk ve dünya görüşünü yakından tanımak; o dönemin güncel sayılan bazı olaylarını yaşamış olmak gerekiyor. Tabii, bu genel-geçer bir şart değil. Kitapta yer alan nüktelerin, bugün içinde yaşadığımız hayata ve etrafımızı çevreleyen hadiselere de uygun düştüğü söylenebilir. Kitaptaki birçok esprinin, sanki bugün için söylenmiş gibi, taze ve güncel olduğunu görüyoruz. Zevkle okunan kitap, yüzümüzde buruk bir tebessüm, zihnimizde soru işaretlerinin belirmesine neden oluyor. Gerçeklerin dili yalan söyler mi? İşte kitaptan seçtiğimiz bazı örnekler:
Adalet: Ayarı bozuk terazi.
Affetmek: İntikamların en güzeli.
Akıl: Sonbahar mevsiminin çiçeği.
Aktris: Komedi oynadığını gizlemeyen kadın.
Âlim: Bir şey bilmediğini bilen.
Avanak: Yakayı ele veren hırsız.
Avukat: Suçluların çamaşır yıkayıcısı.
Barbar: Barutu icat etmeyenler!
Beğenmek: Aynaya bakarken hissolunan hal.
Cüce: Büyük adamların yakından görünüşü.
Çalmak: Ekmek mi? Vay utanmaz herif! Milyon mu? Aşk olsun!
Dostluk: Fırtınalı havada içi dışına döner bir şemsiye.
Diken: Gül bekçisi.
Eczane: İçindeki ilaçların faydasını, alandan çok, satan görür imiş.
Falcı: İstediğimizi söyleyen.
Gaflet: Birisine kefil olmak.
Hasta: Sıhhatin değerini anlamaya başlayan adam.
İnsan ömrü: Dönüş bileti satılmayan bir seyahat.
İşkence: Saçma dinlemeye mecbur olmak.
Kambur: Aklını sırtında taşıyan (adam).
Kazık: Bir çeşit şeker kamışı. Eski zaman adamları ters tarafından yerlermiş.
Kefen: Moda dergilerine müracaat edilmeden biçilen elbise.
Kese: İnsanların itibarını ölçen ve gösteren terazi.
Lisan: Pek uzağı vurur bir silah.
Mazi: Hayıflanma çekmecesi.
Meharet: Karda gezip izini belli etmemek, çamur içinde para toplayıp ellerini kirletmemek.
Milyon: Bir sadık dost ile bir sağlam mideden başka insanı her şeye sahip ve muktedir kılar.
Romatizma: Artık evlenme zamanının geldiğini haber veren şey.
Rüşvet: Hizmet karşılığı hediye, kanunen yasaktır.
Sindirim: İç siyaset
Şemsiye: Dostluk gibidir, yağmur zamanı bulunmaz.
Şiir: Darası alınmış söz.
Talihli: Elbisesiyle birlikte doğan.
Tedbir: Gençlikte lazım ama insan ihtiyarlıkta sahip olabiliyor.
Tenasüh: Hintlilerin inancına göre insanlar ölümden sonra hayvan olurmuş. Bizde tam tersine.
Varis: Avunan Adam.
Yaş: Kadınların saklamaya muktedir olabildikleri tek sır.
Zekâ: Sükût etmeyi bilmek.
Kültür